12 Ağustos 2010 Perşembe

"Son"dan kaçmak... "Son"a kaçmak...


Spekülasyonlar üzerinden rant elde etmeye çalışan bir medyamız var, biliyorum. Ama sanırım hiçkimse "yarın kıyamet kopacak" dememişti. An itibariyle televizyondaki bilirkişinin(!) verdiği 'kıyamet kopma saati'ne az bir süre kaldı. Bir an düşündüm, acaba gerçekten birkaç saat içinde kıyametin kopacağını bilseydim ne yapardım diye. Fazla düşünmeme gerek kalmadı; gözüme yanımda duran araba anahtarı çarpınca...

Eğer gerçekten kıyamet kopacak olsaydı sanırım son duamı eder, annem babam ve kardeşimle helalleşir, ardından kendimi yollara vururdum. Son anlarımı adrenalinin verdiği huzurla, virajlarda arabamla dans ederek geçirirdim. Yaşadığımı hissederek, canlılığın tüm şiddetine tanık olarak, kalp atışlarımı hissederek, damarlarımdaki kanın hızlandığını hissederek son anlarımı yaşardım. Tadını çıkarırdım kaçınılmaz olanın, geride bırakıp herşeyi sadece bir sonraki viraja odaklanırdım. Geriye baktığımda kimseyi üzgün görmemek için kaçardım herşeyden, sondan kaçardım, sona kaçardım... Sonsuzluğa kaçardım...

20 Temmuz 2010 Salı

Hayat... Seyahat...


Hayat denen kavramın, hazırlıksız çıkılan bir yoldan pek farklı olmadığına tam olarak inanıyorum artık. Öyle ki mecburiyetten çıktığımız bir yolda ne başlangıç noktasını ne başlangıç zamanını biz seçemeyebiliyoruz. Yalnızca yola çıktıktan ve o ilk anın şokunu atlattıktan sonra başlıyoruz değişkenlere hükmetmeye.

Çok hazırlıksız olmasa da yakın zaman gerçekleştirdiğim bir yolculuk bana yolculukların, hayata ne kadar benzer olduğunu bir kez daha hatırlattı. Yol arkadaşı olarak seçtiğimiz bireyler ve eşyalar yol boyunca bizimle birlikte oluyor ve sadece ruhsal ve zihinsel değil aynı zamanda fiziksel olarak da bizi etkiliyor. Tıpkı kendimize hayat boyu arkadaşlık edecek insanların yaptığı gibi.

Nasıl ki insan kendine hayat arkadaşı olarak keyif düşkünü birisini seçtiğinde özgürlüğünün kısıtlanması karşılığında daha "elit" bir hayat yaşayabiliyor, eğlence peşindeki birisiyle ise zor koşullar altında da olsa unutulmaz anlar yaşayabiliyorsa, yolculukta bize arkadaş olan ve hizmet eden araçlar da yolculuğumuzu birinci sınıf bir seyahate çevirebiliyor veya bir roller-coaster yolculuğu tadında keyif verebiliyor.



Bana sorarsanız hayat unutulmaz anlarla dolmalı... Keyif almak için ter dökmeli insan. Sadece kendisi değil, birlikte olduğu insanlar da bu çabaya ortak olmalı. Birlikte başarmalı, gerekirse yıpranmalı insan. Sonunda, harcadığı çabanın karşılığını bir şekilde alabilmeli. Tıpkı eğlenceli bir yolculuk için dikkatini en üst düzeyde tutmaktan yorulduğu, fazladan benzin harcayıp gaz pedalını zemine dayadığı, virajlara mantıklı sınırların üstünde hızlarda girdiğinde yolculuk yapmanın keyfini sonuna kadar alabildiği gibi...

11 Haziran 2010 Cuma

Yağmurun Gücü

Final zamanı insan bir garip oluyor. Stresten mi bilmiyorum ama güçsüzleştiğimi hissediyorum, yıpranıyorum. Hal böyle olunca herşeyi daha çok düşünüyorum, daha çok hissediyorum.

Yine "sıçtım mavisi"ne doğru ilerleyen ve devamında bir finalimin daha olduğu sabahlardan birinde başağrısını azaltmak ve biraz kan dolaşımımı arttırmak için balkona çıkmıştım. Yağmur yağdığını görmeyi beklemiyordum ama hoşuma gitmişti yağmurun sesi, kokusu, üzerime düşüşü ve görüntüsü. O anda yağmurun yalnızca bir tek duyuma hitap etmediğini farkettim.

Sonra yaşadığım apartmanın önündeki otoparka daldı gözlerim. Daihatsu'nun ufaklığı Terios'tan BMW'nin amiral gemisi 7-Serisi ve X5'ine kadar 10-12 araç vardı aşağıda. O sırada farkettim ki arabalar da yağmur kadar kuvvetli. Dünya üzerinde bu kadar çok insanı etkileyebilme sebepleri buydu belki...

Hafızalara kazınan tasarımlar, yıllar geçse de kulaklarda yankılanmaya devam eden motor sesleri, motorun tüm gücünü kullanarak yapılan bir kalkışta geride bırakılan lastik kokusu ve her an insan bedenine hücum eden eylemsizlik ve ivme kuvvetleriyle İlahi Güç tarafından yaratılmış olan yağmurun uyarabildiği tüm duyuları uyarabilmeleriydi delilik derecesinde bağlanmış olan insanların bulunma sebebi.

Aynı, zevk için yağmurda yürümek gibi, zevk için araba kullanmak da tarif edilemez ve 5 temel duyunun ötesine geçen bir uyarıya sahip bir olay. İkisi bir arada olduğunda ise herşey çok daha keyifli olabiliyor. Ön camınıza yağmur damlaları düşerken hiçkimsenin olmadığı dağ yollarında keyfi bir şekilde araba kullanmak hayatım boyunca yaptığım en güzel aktivitelerden biriydi.

Ben de o sabah bunu tekrarladım ve birkaç saat sonra gireceğim finali ve masamda yığılı olan ders notlarını boşverip Ford Focus'un anahtarını kapıp yola çıktım. İyi ki yapmışım, sınava huzurlu ve mutlu bir ruh haliyle girmek, çok çalışıp girmekten daha iyi geldi...

6 Haziran 2010 Pazar


Fatih Altaylı'nın Mazda MX-5 modeli ile ilgili yazdıklarından sonra bu adamın gerçekten söylediği hiçbir lafın önemsenmemesi gerektiğini kendimce en net şekilde anlamış oldum. Detaylara girip laf kalabalığı yapmayacağım, zaten tek cümlesi yeterli; "Bence BMW'nin Z4'üne çok iyi bir alternatif."


BMW fanatiği değilim. Ama nasıl bir zihniyet Z4'e alternatif olarak MX-5'i gösterebilir? Üstelik MX-5 asla yüksek performanslı olmayı ve lüksü vaadetmiyorken. MX-5 sadece keyifli bir araçtır ve hepsi bu. Eğer birileri Z4'ün karşısına çıkarmak veya kıyaslamak için mantıklı araçlar arıyorsa Mercedes SLK veya Porsche Cayman gibilerini gündeme getirmeliler.

5 Haziran 2010 Cumartesi

Yaşlandığımı farkettim... sabaha karşı 4'te...





Kendimi bildim bileli annem otomatik vitesli, babam ise manuel vitesli araç kullanır. Yıllarca her ikisinin de araçlarını kullanmama rağmen, manuel vitesi hep savunmuşumdur. Sürücüyü arabanın bir parçası gibi hissettirir, arabayla bütünleşmeyi, her harekette milisaniyelik refleksler gösterebilmeyi gerektirir. Daha da verimlidir üstelik... yani öyleydi... Valkswagen, DSG adlı efsaneyi cadde araçlarında yaygın bir şekilde kullanmaya başlayana kadar.
Sabah saatlerinde düşünüyordum, seçme şansım olsa rafine bir performans aracı olan manuel vitesli Civic Type-R'ı mı yoksa daha çok göze hitap eden VW Scirocco'nun DSG vitesli modelini mi tercih ederim diye. Çok fazla düşünmeme gerek kalmadı. Çocukluğumdaki fanatizmim son birkaç yılda yerini mantığa bırakmıştı ve Type-R gözüme oldukça mantıksız göründü...


Sanırım yaşlanıyorum... Belki de sadece daha olgun biri oluyorum. Farketmez, artık hayata dair kararlarımda mantığım daha baskın, tutkularım daha sönük... Dahası, gün geçtikçe kaybolacaklarını hissediyorum. Sonra ne bekliyor? Robotlaşmış bir insan olarak yaşamak mı? Umarım öyledir... Yaşlandığımda bugün sahip olduğum güce ve dayanıklılığa sahip olamayabilirim. O gün geldiğinde duygusuz biri haline gelmiş olmak sanırım herşeyi daha kolay hale getirecek...

İlkler... ve sonlar... bir de unutulmayanlar...

buraya ilk yazım... unutur giderim büyük ihtimalle ama insan bazen ilkleri unutmuyor... belki de unutmak istemiyor... çok umrumda da değil açıkçası; o kadar özenli ve düzenli biri değilim. unutmamaya çalışan biri değilim. hatta o kadar unutkanım ki hayatım neredeyse bütün kötü anılarımdan uzak geçiyor. mutluyum bu yüzden. siz de mutlu olun. unutun gitsin.
hem büyük düşünür Aragorn ne der bilirsiniz; "There is always... hope!"